1990’da Dünya Nükleer Elektrik Üretimi |
||
ÜLKE |
Milyar KWsa |
% |
ABDFransa Eski Sovyet
Cum. Ermenistan, Kazakistan, Litvanya,
Rusya ve Ukrayna Top. Japonya Almanya Kanada İsveç Büyük
Britanya İspanya Güney Kore Belçika Çin Çek
Cumhuriyeti ve Slovakya top. İsviçre Finlandiya Bulgaristan Macaristan Güney
Afrika Arjantin Hindistan Eski
Yugoslavya Hollanda Meksika |
606,9 314,1 211,5 195,8 147,2 76,5 68,2 66,4 54,3 52,9 42,7 32,9 24,6 23,6 18,9 14,7 13,6 8,9 7,4 6,3 4,6 3,5 2,9 |
30,3 15,7 10,6 9,8 7,3 3,8 3,4 3,3 2,7 2,6 2,1 1,6 1,2 1,2 0,9 0,7 0,7 0,4 0,4 0,3 0,2 0,2 0,1 |
Dünya Toplamı |
2003,5 |
100,00 |
SANAYİDE
UYGULANMASI:
Parçalanmanın en önemli uygulanması olan enerji üretimi atom pilleri ve reaktörlerinin yapımıyla gerçekleştirilmiştir. Ne var ki, plütonyum elde etmek için kurulan ilk reaktörlerden sağlanan enerji değerce, bu maddeden çok daha düşüktür. Daha verimli bir sonuç için daha karmaşık bir reaktör kurmak gerektiğinden bu tasarılar bir yana bırakıldı, Amerika’daki Hanford reaktörlerinin ısısı Columbia ırmağına verildi ve İngiltere’deki Windsclae reaktörlerinin ısısı ise yüksek bir baca ile dışarı atıldı.
Bir
reaktörde açığa çıkan ısıdan yararlanılabileceği ilk
defa 1950 yılında Arco’da (ABD) ispat edildi. Bu reaktörde
dağıtım şebekesinin, 150 KW'lık bir turbo-alternatör
besliyordu. 1954 yılında SSCB’de 5000 KW’ lık bir atom
merkezi kuruldu. İngilizler 1956’dan beri işleyen ilk büyük
atom merkezlerini Calder Hall’de kurdular. 1957’de Fransa
ısı sağlamak amacıyla Marcoule plütonyum üretme merkezinde
alternatörünü kurdu.
Ayrıca
birçok ülkede özel olarak enerji üretimi için hazırlanmış
güç reaktörleri kuruldu. Bu reaktörler, plütonyum üretmek
için kurulmuş olanlardan farklıdır.
·
Reaktör çeşitleri, yakıta, moderatöre, soğutma sistemlerine
göre değişir.
Çekirdeksel
yakıt olarak parçalanabilen şu üç elementten biri
kullanılır: Uranyum-235, plütonyum-299 ve Uranyum-233. Bu
elementlerden yalnızca ilki tabiatta bulunur. Yakıt olarak
U-235 seçilirse bu elementi tabiatta bulunduğu hali ile
kullanmak mümkündür ancak bunun sadece %0,7’si işe yarar.
Geri kalan kısım, parçalanamayan U-238 dir. Tabii uranyum,
izotop 238 ile ayrılan 235 yardımıyla zenginleştirilebilir.
Calder Hall İngiliz reaktörlerinde ve ilk Fransız güç
reaktörlerinde bu yöntemlerden birincisi kullanılmıştır.
Amerikalılar ise ilk tesislerinde izotop 235 ile
zenginleştirilmiş tabii uranyum kullanmayı tercih ettiler.
Zenginleştirilme ile reaktörlerin boyutlarını küçültmek ve
kurulma masraflarını azaltmak mümkün oldu. Ayrıca,
reaktörün kuruluşunda kullanılan ürünler ve moderatörün
seçimi bakımından da kolaylık sağlandı. Ama bu yöntem
pahalı olan uranyum 235’in kullanılmasını gerektirir.
Teorik açıdan plütonyum 239’da uranyum 235 kadar iyi bir
yakıttır: Parçalandığı zaman her atom için 2,5 yerine
aşağı yukarı 3 nötron verir. Uranyum 238’den bol miktarda
elde edilen plütonyum 239, tabii uranyumun tüm olarak
kullanılmasını sağlar; yanmış uranyum 235’in yerini
tutabildiği gibi tabii uranyumun zenginleştirilmesine de imkan
verir. Ne var ki reaktör için gösterdiği tepkiler ve hem
kimyasal hem de radyoaktif zehirleyiciliğinden doğan işlenme
güçlüğü, plütonyum kullanılmasını zorlaştırır.
Uranyum 238 gibi verimli bir madde olan tabii toryum, tabiatta
ondan 4 kat daha boldur ve üçüncü parçalanabilir elementin,
yani uranyum 233’ün üretilmesinde kullanılır.
Moderatör,
uranyum 238 tarafından soğurulmalarını önlemek için hızlı
nötronları yavaşlatır ve uranyum 235’in parçalanması
için aynı durumda kalmalarını sağlar. Moderatör atom
ağırlığı küçük bir element olmalıdır. Böylece
nötronlar ağır çekirdeklere fazla bir hız kaybetmeden
çarptıklarında kinetik enerjinin büyük bir bölümünü
onların hafif çekirdeklerine aktarabilirler. Ayrıca,
moderatörün nötronları soğutmaması gerekir. Moderetör
olarak şu iki madde seçilir. Ağır suda buluna döteryum ve
grafit. Aynı soğutmayı sağlamak için döteryum grafitten
dört kat daha az çarpma gerektirir ve böylece boyutların
önemli bir oranda küçülmesini sağlar. Ayrıca, grafitten
daha az nötron soğurur. Ağır suyun biricik sakıncası
pahalı olmasıdır. Nötronların geçme yolunun daha kısa
olarak belirlendiği zenginleşmiş reaktörlerde adi suyun
hidrojeni kullanılabilir. Bunu sakıncası da önemli miktarda
nötron soğurmasıdır.
Güç
reaktörlerinin en önemli problemi soğutmadır. Plütonyum
üretmeye yarayan reaktörlerde, güçlü bir soğutma ve alçak
ısıda işleme yoluyla üretimi basitleştirmek amaç
edinildiği halde enerji verimini devredeki akışkana bağlı
kılan termodinamik kanunları yüksek ısıda işlem
yapılmasını gerektirir. Ne var ki bu durum, malzemenin mekanik
ve kimyasal tepkilerinden doğan güçlükleri de birlikte
getirir.
Moderatör
olarak ağır su seçilmişse en basit soğutma tarzı, bu ağır
suyun dolaşım haline sokulmasıdır. Grafitli reaktörde,
kullanılmak üzere seçilen ve mümkün olduğu kadar az nötron
soğurması gereken : azot, karbondioksit ve hava gibi bir gaz su
gibi bir sıvı veya ergimiş bir maden (sodyum) olabilir.
Az miktarda
radyoaktif olan soğutma akışkanı yüzünden veya reaktörün
kazaya uğramasından dolayı devrenin türbinleri ve
kondansörün kirlenmesinin önüne geçmek için
değiştiricilerin kullanılması zorunludur. Nötron
yansıtıcısının amacı yüzündeki nötron kaybını azalmak
yani pilin kritik boyutlarını küçültmektir.
Bombada,
atom ağırlığı ve yoğunluğu fazla bir element
kullanılmasına karşılık reaktörün yansıtıcı kılıfı,
nötronları yavaşlatan atom ağırlığı küçük bir
elementten genellikle grafitten yapılır. Işınımlara yani
reaktörün meydana getirdiği radyoaktivitesi yüksek
elementlerin yayınladığı nötronlar ve y ışınlarına
karşı korunma genellikle demir artıkları ile
ağırlaştırılmış bir beton kılıf aracılığı ile olur.
Yakıtın, moderatörün ve soğutma şeklinin seçiminde ise
çeşitli düzenleme imkanları uygulamada farklılıklara yol
açar. En çok uygulanan veya en ilgi çekicileri şunlardır:
Tabii
uranyum ve grafitli reaktör (Calder Hall, Marcoule....) ,
Grafit-Uranyum bloğunun içinden ve çevresinden geçirilen bir
gaz ile soğutulur. Gaz, reaktör ve gerçek buhar kazanı olan
değiştirici arasında dolanır.
Ağır
su ve tabii uranyumlu reaktör. Kanada’daki ilk tesislerde
kullanılmıştı. Burada ağır su, hem moderatör hem de
soğutucu akışkan vazifesini görür. Ağır suyun
buharlaşması reaktörün çalışmasını bozacağından bunu
önlemek için reaktör oldukça yüksek bir basınç altında
tutulur. Değiştiriciye bir yandan ağır su ve diğer yandan
buharlaşarak türbinleri besleyen normal su gelir.
Homogen
tipli reaktörde yakıt, moderatör ağır su içinde eriyik
halde bulunan bir uranyum tuzudur. Bu reaktör, bütün tipler
içinde en basit olanıdır. Bunlardan soğutma eriyiğin
türbinlere gönderilen suyu buharlaştığı değiştirici
arasında dolaşması ile sağlanır. Kimyasal işlem ve kaplama
sürekli bir şekilde arıtılmış suyun dolaşıma sokulup
çıkarılması ile gerçekleştirilir. Eğer uranyum 235te
kuvvetli bir kabul edilirse, boyutlar küçüktür. Bu tipler
5000 Kw ısı veren uranil silikatlı deneysel pil, 1957
sonlarında Oak Ridge’de uygulanmaya başlandı.
Breeder,
uranyum 235’in kaybolmayacağı kadar hatta daha fazla
plütonyum üretmek için hazırlanmış bir reaktördür. İlk
breeder, 1958 başlarında ABD’de hizmete girdi. Bu reaktörde
temel prensip yüksek bir zenginleşmeye ve moderatörün
aşırı derecede indirgenmesine dayanır; demek ki çekirdek
parçalanması (hızlı) nötronlarla sağlanır. Bu hızlı
nötronların küçük bir oranı uranyum 235’in
parçalanmasına daha büyük bir oranı ise uranyum 238 de
tutularak plütonyumun meydana gelmesine imkan verir. Breeder
çözümlenmesi gereken çeşitli sorunlar ortaya koyar:
denetleme güçlüğü, çekirdek yakıtlarının gramı başına
kilovat cinsinden özgül ısı gücünün boşaltılması ve
plütonyumca
zenginleştirme sorunu ile ilgili güçlükler. Homogen reaktör
gibi breeder’de klasik reaktör tiplerinden daha ilgi çekici
gelişmeler vaat ettiğinden birçok ülkede bu sorunlar
incelenmektedir.
·
Atom enerjisi, ısı enerjisi ve su enerjisi yerine geçebilir
mi? Bu soruya bugün için genel ve geçerli bir cevap verilemez.
Norveç, Kanada Kongo gibi işlenmiş su enerjisi yönünden
zengin ülkelerde çekirdek enerjisi yakın bir gelecek vaat
etmiyor; muhakkak ki bu ülkelerde atom enerjisi daha pahalıya
mal olacaktır. ABD gibi, zengin kömür ve tabii gaz kaynakları
olan ülkelerde de sonuç aynıdır. Amerika’da tekniğin
ilerlemesi, İngiltere’de, Fransa’da ve daha genel olarak
tamamen açık bir enerji bütçesi olan batı Avrupa
ülkelerinde olduğu gibi büyük proje ve yatırımlar şeklinde
belirmez.
Yapılacak
uygulamanın çeşidi burada büyük rol oynayacaktır.
Denizaltı hareketini sağlaması, hatta kamyon veya uçakla
taşınabilir ve kullanma kolaylığı iktisadi endişelere
üstün geldiği elektrik santralleri gibi askeri uygulamalar bir
yana, daha şimdiden birçok özel uygulamaların verimli
olduğu anlaşılmıştır. Ağır yolla uzun seferler yapan
yüksek güçlü buzkıran gemileri ve Basra Körfezi-Amerika
seferinde taşıdığı petrolün büyük kısmını yakan
büyük petrol tankerleri bu uygulamaya örnek olarak
gösterilebilir. Aynı şey ulaşımın zor olduğu, sadece hava
yolu ile temin edilebildiği, büyük yakıt masraflarından
kaçınıldığı bölgelerdeki atom santralleri içinde
söylenebilir.
Atom
enerjisinin maliyet fiyatında ü etken vardır; yatırımlar,
çekirdeksel yakıt ve işletme masrafları. Bu enerjinin kilovat
fiyatı şüphesiz termik santralinkinden çok fazladır. Hatta
kaynakları bol ve işletilmesi kolay memleketlerde (Norveç,
Kongo) hidrolik santrallerinkinden bile pahalıdır.
Buna
karşılık yakıt tüketimi miktar ve fiyat bakımından çok
azdır.
Eğer
bir uranyum atomunun parçalanmasıyla serbest kalan 200 Me. V.
lik enerjiye göre hesabı yapılırsa 1000 Kw lık bir ısı
veren reaktörün aşağı yukarı günde 1 gr. yakıt
tükettiği ortaya çıkar. Hatta bu ısının mekanik enerjiye
ve elektrik enerjisine dönüşümündeki verimlilik dikkate
alınır, izotoplara parçalanabilen tabii uranyumun % 0,7’si
göz önünde tutulursa, tüketilen tabii uranyum giderinin
kimyasaldan çok az olduğu görülür. Uranyum 235 ile
güçlenen yakıtlarda ise sonuç, fiyatlarının yüksek oluşu
nedeniyle bu kadar kesin değildir. Şu halde plütonyum ile
güçlendirme birçok kısıntı sağlar. Nihayet çekirdeksel
enerji tüketmekten çok, enerji üreten bir Breeder
reaktöründen sağlanıyorsa yakıt masraflarından söz
edilmez. Yakıt tüketimi ve tabii uranyumun ucuzluğuna rağmen
bu tüketimin daha fazla düşünülmesinde sağlanacak fayda,
atom enerjisinin yaygınlaşması halinde üç şekilde ortaya
çıkabilir. Uranyum yatakları ayrışabilir kısımları
kullanılıp diğer kalıntıların atılması halinde çabuk
tükenebilir. Aksine bu atıklar plütonyum ve uranyum 235’e
dönüştürülürse kaynaklardan devamlı olarak
faydalanılabilir. Nihayet tüketimin son bir şekli de
ayrılabilir enerji kaynaklarının tüketimini ilgilendirir
olmasıdır. Çıkarma masraflarını karşılayabilmek için
yeterli miktarda uranyum kapsayan granitlerin bulunduğu yere
kadar kazının yapılması için harcanacak nükleer enerjinin
tüketimi oldukça azdır.
Maliyet
fiyatının üçüncü elemanı olan işletme masrafları da pek
kesin değildir ve bu kullanılan reaktöre göre değişir.
Çekirdeksel yakıtın çok az bir oranı kullanılabilir. Bu
ayrışmak zorunda kalmış parçalanma ürünlerinden
zehirlenmeden önce reaktörlerin tiplerine göre % 0,5’ten
2’ye kadar değerlenir: bu arada kimyevi bir işlemle
plütonyum meydana gelir. Bu işlem çok zehirli olan elementler
için uygulanır ve pahalıya mal olacak bir fabrika da, uzaktan
yapılacak el işlemleri gerektirir. Plütonyumun ayrılmasından
elde edilecek zarardan, yakıtın % 1’inin yakıldığı
düşünülebilir. Eğer elden gelseydi yakıtın tamamının
yanması sağlanırdı. Ne olursa olsun reaktörlerin daha
mükemmel hale gelmesi çekirdeksel enerji maliyet fiyatlarının
enerji kaynakları bakımından çok zengin olmayan ülkelerdeki
maliyet fiyatlarıyla rekabet edebilir duruma gelmesi ümit
edilebilir. O zaman atom enerjisi hidroelektrik gibi işleme
masrafları durmadan artan kömürün yerini alacaktır. Bu
sebeple Fransa’da, İngiltere’de ve Rusya’da atom
enerjisinin gelişmesini sağlamak üzere büyük çalışmalar
yapılmaktadır. Buna karşılık şimdilik büyük bir ihtiyaç
içinde bulunmayan Amerika ve Kanada zamanı gelince en iktisadi
çözümlere kendi programlarını uygulamak için deney
merkezlerini arttırmaya devam ediyor.
Ancak
bu sonuçlar termonükleer tepkimelerin uygulamalarıyla ilgili
ilk araştırmaların verilerine bağlı kalır. Bu
araştırmalar, uranyum, plütonyum ve toryum gibi
parçalanmalarından faydalanılan ağır elementlerden daha bol
miktarda ve daha ekonomik olan döteryumdan birleşim
tepkimelerinde kullanılacaktır. Bunların incelenmesi iki
yönde yapılır: devamlı bir termonükleer tepkimenin meydana
getirilmesi ve bir yer altı patlamasından meydana gelen
ısının kullanılması. Reaktörün enerji üretimi işinde
kullanılmasının dışında, bir alt ürün dengelerinde olan
radyo izotoplarının da sanayide çeşitli uygulamaları
vardır.
ASKERİ
UYUGLAMALAR:
Deneme
|
1945/63 |
1963/91 |
Toplam Açık hava ve yeraltı |
||
Açık hava |
Yeraltı |
Açık hava |
Yeraltı |
||
ABD Eski SSCB Büyük
Britanya Fransa Çin Hindistan |
217 183 21 4 - - |
114 2 2 4 - - |
0 0 0 41 23 0 |
599 530 20 140 13 1 |
930 715 43 189 36 1 |
Toplam | 425 |
122 |
64 |
1230 |
1914 |
Nükleer
silahlanma: İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllardan
başlayarak ABD, önemli miktarda nükleer silah üretmeye
başladı. Daha sonra başka ülkeler de, nükleer silah edinmeye
başladılar; ilk olarak Sovyet Birliği 1950’den sonra,
Büyük Britanya 1953’e doğru, Fransa 1962’den sonra ve Çin
1965’ten sonra bu yola girdiler. Başka kimi ülkelerinde
nükleer silah edinme çabasında olduğundan kimse kuşku
duymamaktaydı. Bunlardan üç ülke özellikle dikkati çekti:
Hindistan, İsrail ve Güney Afrika. Hindistan 1974 mayısında
yalnız bir tek deneme yaptı ve Hint hükümeti bunun
barışçı amaçlarla ilgili bir deneme olduğunu ileri sürdü;
İsrail’in yaptığı hiçbir deneme saptanamadı; Güney
Afrika’nın deneme hazırlıkları 1978’te önce Rus, daha
sonra amerikan uydularınca ortaya çıkarıldı, ancak bu
ülkenin uluslararası baskı yüzünden denemeden vazgeçmiş
olması mümkündür; bununla birlikte 1979’da uydular
tarafından algılanan bir işaret atmosferde bir nükleer
denemenin belirticisi olabilir. Zaten, bir ülkenin bir denemeye
başvurmaksızın ilkel nükleer silahlar yapması olasılığı
göz ardı edilemez; bu silahı gerek kendi tasarımlarının
geçerliliğini doğrulayan bilgileri haber alarak, gerekse
aracı bir devlet ile gizlice denemelere katılarak yapmış
olabilir.
Kullanım
olasılıkları bakımından, kısmen ikinci dünya savaşı
sırasındaki nükleer olmayan silahlarla elde edilen
deneyimlerin etkisi başından beri stratejik ve taktik silahlar
arasında bir ayrım yapılmıştır. Genellikle uzak olan
stratejik hedefler nüfus,ekonomik ve askeri bakımdan
önemlidir. Taktik hedefler ise göreli olarak yakın ve tamamen
askeridir. Daha yeni olarak hareket alanı silahları denen yeni
bir silah kavramı ortaya çıkmıştır: bunla her kategoriden
hedefleri imha edebilirler ama erimleri stratejik silahların
sınırlandırılması görüşmelerinin dışında
bırakılmıştır. Örnek olarak; yer yüzeyinin insanlarla
oturulan yüzeyinin yarısını tehdit eden, ama stratejik
silahlardan sayılmayan Rus karadan karaya SS-20 silahları
verilebilir. Nihayet, düşman nükleer silahları imha etmeye
yönelik ve kendileri de nükleer patlayıcılar kullanan ABM
silahları sayılabilir.
Stratejik
nükleer silahlar gerek yüklerinin birim enerjileri, gerekse
bunları hedef üzerine eriştirmede kullanılan araçlar
bakımından tanımlanır. Önce giderek artan güçler
yarışına tanık olundu ve bu yarış 1961’de 60mt’u geçen
bir Rus denemesi ile doruğa ulaştı. Daha sonra, işlemsel
incelemeler, birim enerjileri daha küçük olan çoğul
yüklerin geniş yüzeyli hedeflere yada birbirlerine yakın
birçok hedef üzerinde daha önemli bir tahrip edici etkiye
sahip olacağını etkiye koydu; çoğunluk ayrıca düşman
savunmasını bunaltma amacı da güdülmekteydi. Bu eğilim
önce ABD’de, nükleer silahlar taşıyan araçlarda sağlanan
duyarlılığa paralel olarak gelişti. Gelişmiş amerikan
stratejik nükleer silahları içinde şematik olarak orta
enerjilerde iki kategori bulunmaktadır: bir tarafta
500kt’luklar, diğer tarafta 100kt’luklar. Rus silahları
için yük başına ortalama enerjiler daha
yüksekti:1Mt’luklar ve 300kt’luklar.
Bomba
atma sistemleri önce bombardıman uçakları kullanımına
dayanıyordu, fakat giderek nükleer silah araçlarında ve
fırlatma üslerinde farklılıklar ortaya çıktı; çünkü hem
bombardıman uçaklarının vurulması daha kolay bir duruma
gelmişti, hem de tek bir sistem teknolojik bir üstünlükle
kolaylıkla etkisiz kılınma tehlikesi taşıyordu. Önce yer
altı silolarında kurulu fırlatma füzeleri, sonra nükleer
denzialtılara yerleştirilmiş füzeler ve nihayet 1980’li
yıllarda uçaklardan, gemilerden ve yerden atılan güdümlü
füzeler görüldü. Bu çeşit sistemlerin vurulabilirliği
ilerlemelerin niteliğine göre seyrediyordu; yeni atılımlar
etkinlikte kayıplara yol açıyor, bunlar da söz konusu olan
sistemin yenileştirilmesiyle denkleştiriliyordu. Nitekim,
1970’li yıllara doğru ortadan kalktığı söylenen
bombardıman uçakları her zaman beş nükleer gücün silah
takımında yerini korumuştur. Silolardaki füzeler düşman
füzelerinin artan güdüm duyarlılığı yüzünden daha
erişilebilir duruma düşmüştü. Bu bakımdan yeni kavramlar
ortaya atıldı; bunlar arasında çok yakın silo sistemleri,
korunan füzelerden daha çok sayıda silolar, tepelerin altında
iyice derine inşa edilmiş sığınaklar hatta kara ve demiryolu
üzerinde hareketli füzeler sayılabilir.
Taktik
nükleer silahların enerjileri birkaç on ton TNT ’den,
birkaç yüz kilo tona yayılır. Ancak enerjiye etki ölçütü
de katılır: kara yada denizaltı mayınları, zırhlı araç
personeli için çok öldürücü olabilen güçlendirilmiş
ışımalı silahlar, belirli bir toprak yada beton kalınlığı
aştıktan sonra patlayan delici bombalar (hava meydanı
pistlerini ya da tahkim edilmiş alanların tahribi) gibi özel
etkili silah tipleri sayılabilir. Taktik silahlar için
kullanılan gönderme araçları uçaklar, füzeler ve
toplardır. Bu silahların kullanım koşulları özel
sınırlamaların, ağırlık ve kalibre sınırlamalarının (
topçu gereçleri için çok açıktır) mekanik ve ısıl
sınamaların (ağır meteorolojik koşullarda çok büyük
hızlanma yada yavaşlamalar), kaza risklerini azaltan güvenlik
gereklerinin kabul edilmesini zorlar. Son olarak bu silahlar
dayanıklı, güvenilir ve bir muharebe ortamında basit ve
güvenli bir kullanıma sahip olmalıdır; ama her zaman devletin
kullanım talimatlarına bağımlı kalmalıdır.
ABM
silahları enerjilerinden çok, özgül etkileri ile
tanınırlar. Balistik yörüngeleri üzerinde düşman nükleer
silahlarının durdurulmasını amaçlayan ABM silahları, ya iç
ısıtma, ya darbe yada nükleer kısmın veya kumanda
organlarının ışınlanmasıyla yansızlaştırma yaparlar.
Yakalama yükseltisine göre bazı etkiler yok olurken diğerleri
baskın olabilir. Bu tip silahların yayılması Amerikan-Rus
anlaşmaları ile çok sınırlı kalmış gibiydi ve ancak Rusya
ve ABD’de birkaç noktanın korunmasını sağlamaktaydı.
Nükleer
silahlar savaş temel düşüncesini altüst etmiştir.
Özellikle, saldırganın uğrayacağı zararların elde etmeyi
düşündüğü kazançlara göre orantısız olacağı
düşüncesinden hareketle, saldırganın yol açacağı
ölçüsüz sonuçlar tehdidiyle vazgeçirme kavramının
doğmasına yol açmıştır. Bu basit düşüncenin arkasında
karmaşık yorumlar gelişmiştir. Yaşamsal çıkarlar
vurgulandığında uyarı darbesi kavramına bağlı zayıfın
kuvvetliyi caydırması kavramı (Fransız doktrini) ya da
saldırgan üzerinde en aşırı noktalarına çıkabilecek bir
tırmanma olasılığı tehdidinin saldırgana anlatılması ve
böylece silahlar düzeyinde her türlü saldırıyı en düşük
düzeyde tutmaya çalışacak olan uyarlanmış karşı saldırı
gibi kavramlar sayılabilir. Ayrıca halk topluluklarının
korunmasına dönük önlemlerin geri çevrilmesi yada kabul
edilmemesi konusundaki tartışmalarda söz konusu edilmiştir.
Nükleer
silahlar kullanarak top yekûn bir nükleer savaş
tırmanışının kaçınılmaz riskinin bu güne kadar nükleer
silahların kullanılmasını önlediği düşülebilir. Bu
teşhis son yirmi yıldır pek çok bölgesel çatışma ve
diğer uluslar arası gerilimler dolayısıyla gerçek kabul
edilebilir. Diğer taraftan Amerikan ve Rus stratejik
silahlarının erişmiş olduğu çok büyük güç durumu ile
karşılıklı olarak ekonomilerine binen ek yükler, ABD ile
Rusya’yı salt görüşmeleri çerçevesinde en önemlileri
1972, 1974 ve 1979 yıllarında imzalanan birçok nükleer
silahların sınırlandırılması anlaşmasına sevk etmiştir.
1982’den başlayarak START (Nükleer silahların
sınırlandırılması) çerçevesinde devam eden görüşmeler,
1986 Rejkyavik Reagan- Gorbaçov görüşmesinden sonra % 50 lik
sınırlama getirilmesiyle sonuçlandı.
SSCB’nin
dağılmasıyla oluşan yeni siyasi dengeler silahsızlanma
çabalarına hız verirken 1992’de Bush ve Yeltsin 11 yıl
içinde nükleer silahların 2/3 oranında azalmasını karar
aldı.
İLK NÜKLEER PATLAMALAR | |||
Ülkeler |
Parçalanma
|
Kaynaşma
|
Zaman
Aralığı |
ABDSSCB İngiltere Fransa Çin Hindistan |
16 Temmuz 1945 29 Ağustos 1949 3 Ekim 1952 13 Şubat 1960 16 Ekim 1964 18 Mayıs 1974 |
31 Ekim 195212 Ağustos 1953 15 Mayıs 1957 24 Ağustos 1968 17 Haziran 1967 |
7 yıl 4 ay 4 yıl 4 yıl 7 ay 8 yıl 6 ay 2 yıl 8 ay |
1991’de Dünya Uranyum Üretimi |
||
Ülke |
ton |
% |
KanadaEski SSCB Avustralya Çin Amerika
Birleşik Devletleri Nijer Namibya Fransa Güney
Afrika Cumhuriyeti Gabon İspanya Hindistan Portekiz Arjantin Belçika Almanya Brezilya Japonya |
7813 7260 3776 3400 3000 2964 2450 2450 1674 678 195 150 133 95 47 45 35 6 |
16,9 15,7 8,2 7,3 6,5 6,4 5,3 5,3 3,6 1,5 0,4 0,3 0,3 0,2 0,1 0,1 0,1 0,0 |
Dünya Toplamı |
46302 |
100,00 |
TEKNİK
GÜVENLİK:
Çekirdek bölünmesi olduğu zaman bir dizi radyoaktif parçacık açığa çıkar. Bu parçacıklar bozunur (parçalanır) ve ışınım (radyasyon) yayarlar. Yayılan ışınım kansere ve gelecek kuşaklarda gen bozukluklarına yol açabilir; vücuttaki dokuları tahrip ederek ölümlere enden olabilir. Nükleer reaktörler hem tesiste çalışanların ışınma uğrama tehlikesini hem de atmosfere ışınım sızmasını olabildiğince azaltacak biçimde tasarımlanır ve yapılır. Ama gene de ışınım sızıntıları olmuştur. Örneğin İngiltere’nin kuzeyindeki Cumbria’da kurulu olan Sellafield santralindeki sızıntılar, İrlanda Denizi’nde 1950’lerden bu yana ciddi radyoaktif kirlenmeye yol açmıştır.
Yakın zamanlarda ABD ve SSCB’de son derece ciddi nükleer santral kazaları oldu. 1979’da ABD’nin Pennsylvania eyaletindeki Harrisburg’ta kurulu olan Three Mile Island reaktöründe, aşırı ısınmadan kaynaklanan kısmi bir kalp erimesi oldu ve radyoaktif gazlar atmosfere kaçtı. Bundan daha da kötüsü, Nisan 1986’da SSCB’de Kiev yakınlarındaki Çernobil reaktöründe ortaya çıkan patlamadır. Hasar gören reaktörden kaçan radyoaktif parçacıkların oluşturduğu dev bir bulut Avrupa’nın içlerine, 2000 kilometrelik bir uzaklığa yayıldı. SSCB’de 31 kişinin öldüğü, 200 bin kadar kişinin de evlerini terk etmek zorunda kaldığı bildirildi. Önümüzdeki yıllarda daha da çok kişinin ışınımın yol açtığı hastalıkların kurbanı olacağından korkulmaktadır. Çernobil kazasında anında ortaya çıkan bir başka etki de, atmosferden yeryüzüne inen radyoaktif parçacıkların SSCB’de ve çevre ülkelerde toprağın ve suyun kirlenmesine neden olmasıydı.
NÜKLEER
ATIKLAR:
Birkaç yıl geçtikten sonra reaktördeki kullanılmış yakıtın yenisiyle değiştirilmesi gerekir. Nükleer bir reaktörde kullanılmış yakıt çubukları yaklaşık olarak % 97 oranında yanmamış uranyum, yüzde 2 oranında atık ürünler ve & 1 oranında plütonyumdan oluşur. Sonra da, yüksek düzeydeki radyoaktifliklerini hala korur durumdayken yeniden işlenir; uranyum geri kazanılır, plütonyum ayrılır, geriye atık ürünler kalır.
Radyoaktif atıkların pek çoğu duvarları çok katlı tanklarda depolanır. Artıklar bir tür camsı maddeler içine yerleştirilerek yer altına da gömülebilir. Birçok atık ürün son derece yavaş bozunduğundan, bunların radyoaktifliği binlerce yıl boyunca sürer; bu da uzun süreli tehlike oluşturur.
ATOM
PATLAMALARININ CANLILAR ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ:
Atom patlamalarından yayılan ışınlar canlılar üzerinde ya doğrudan ya da patlama sırasında ortaya çıkan parçalanma ürünleri ve radyo izotoplar yoluyla etki yapar. Bunların etkileri, X ışınlarının, radyoaktif cisimlerin ve nötronların sebep olduğu biyolojik bozukluklara benzerse de daha geniş ölçüdedir. Bu etkiler kısmen X ışınlarının ilk uygulamalarından beri insanda kısmen de deneysel olarak hayvanlarda görülerek anlaşıldı. Merkezi patlama çevresi olana aşağı yukarı 1000 metre çapındaki bir çevre içinde ışın yayılımı çok yoğundur; ölüme yol açan öteki etkilerden kurtulanlar kanlarındaki akyuvarların ve yuvarcıkların hemen hepsini kaybeder; derinlerde yaralar belirir; bunların hepsi birkaç günden iki üç haftaya kadar varan kısa bir süre içinde kanama ve septiseminden ölür. Patlama noktasından daha uzakta bulunanlar üzerinde ışınımın etkisi değişiktir. Sindirim bozuklukları ve kanamalar daha hafiftir; asıl bozukluklar daha sonra ortaya çıkar: kılların dökülmesi deri yanıkları, kansızlık spermatozoit yitimi (genellikle geçici ) yumurta kısırlığı, çocuk düşürme, kusurlu dölüt oluşumu. Bu gibilerde dahi on günden üç aya kadar bir süre içinde ölüm görülebilir, ama bir kısmı iyileşir. Nihayet, aylar, yıllar geçtikten sonra bile göz bozuklukları, kan kanseri ve ışının kanseri görülebilir. H bombası patlamalarının en büyük tehlikelerinden biri radyoaktif tozların solunum, sindirim ve deri yoluyla vücuda girmesidir. Atomun parçalanmasından doğan unsurlar vücutça soğurulur, emilir. Bulaşmanın azlığına çokluğuna göre yukarıdaki bozukluklara yol açar. Bulaşmaya karşı etkili hiçbir koruma ve ilaç yoktur. Acaba radyoaktivitenin derecesi nereye vardığı zaman yer yüzünde yaşamak imkansız olacaktır diye sorular sorulabilir. Her halde ışınıma karşı duyarlılığı fazla olduğundan, ortadan silinecek canlıların ilki insan olacaktır.
Işınıma
uğramış canlıların tedavileri:
Atom ışınlarına uğramış canlı varlıklar için kesin bir tedavi yoktur. Dokuların kendi kendisini onarması ve yenilemesi için hastaları yaşatmaya çalışmak, derideki yaraların mikrop kapmasını önlemek, kan gruplarına göre kan nakli yaparak kanı değiştirmek gerekir. Taze dalak, kemik iliği şırınga etmek, parabiyozdan yararlanmak, normal olarak öldürücü dozda ışınıma uğramış olanları yaşatmaya imkan verir. Fakat bakıma önem vermek, çok sayıda tıbbi personel büyük miktarda kan bulundurmak gerektiği gibi bakımı da patlama merkezi dışındaki bölgelerde yoğunlaştırmak ve toplam olarak 500 r’den fazla ışınıma uğramış olanları (yani A bombasının patlama noktasına göre bir kilometrelik çevre içinde bulunanlar) bir kenara bırakmak gerekir. Özet olarak, ışınıma karşı koyucu bir madde (iyonlaştırıcı ışınıma karşı etkili) bulunabilirse çok sayıda insan hayatı kurtarmak mümkün olacaktır.
|
|